Bilim insanları iç organları görüntülemek için erken zamanlardan beri ultrasonografi (ses dalgaları kullanılarak iç organların görüntüsünün alınması işlemi) yöntemine başvurmuşlardır ve bu yöntem tıp dünyasında pek çok farklı alanda kendisine yer bulmuştur. Dr. George Ludwig tarafından bu alanda ilk çalışmalarını 1940ların başında ABD'nin Bethesda, Maryland bölgesinde bulunan Bahriye Tıp Araştırma Enstitüsü'nde gerçekleştirmiştir. Ludwig, bir köpeğin içerisine yerleştirilen bir insan safra taşını bu yöntemle görüntülemeyi başarmıştır.
İsviçreli bir kalp doktoru olan Inge Edler, Ludwig'in bu fikrini bir adım ileri taşımıştır. Edler, o zamanda insan kalbi üzerinde çalışma yapılabilecek yöntemlerin azlığından yakınıyordu. Lund Üniversitesi Hastanesi'nde bir kalp ameliyatına girmeden önce ameliyat ile ilgili kararlar verirken kalp kateterizasyonunun ve kontrast X-raylerin doktorlara kalp kapakçıkları hakkında yeterli bilgi vermediğini fark etti. O dönemde Lund Üniversitesi'nde nükleer fizik üzerine çalışmalar yapan Carl Hertz'e radar kullanımının kendisine yardımcı olup olamayacağını sordu. Hertz, radarın bu alanda bir işe yaramayacağını ancak ultrasonografinin yardımı dokunabileceğini söyledi.
Bir ultrasonik yansıma gösterici (reflektoskop) ödünç aldıktan sonra ekip, 29 Ekim 1953'te kalp atışı ile senkronize bir şekilde beliren bir görüntüyü sisteme bağlı bir ekran üzerine yansıtmayı başardılar. Bundan altı hafta sonra ekip aynı yöntemi beynin ultrasonik bir sondasını almak için kullandı. O sırada Glasgow Kadın Doğum Hastanesi'nde görevli bir doktor olan Ian Donald, doğum uygulamalarında ultrason kullanımı üzerine çalışmalar yapıyordu.
Günümüzde ultrasonografi, akustik döndürücüler aracılığı ile organa ses darbeleri gönderen sonda yöntemi olarak kullanılmaktadır. Özellikle kas ve yumuşak dokuların görüntülenmesinde verimli olan bu yöntemin uzun dönemli herhangi bir yan etkisi bulunmamaktadır.